Anime En Son İzlediğiniz Animeler ya da Okuduğunuz Mangalar ?

babylon-dub-hidive-836x470.jpg


Babylon
Öncelikle çok bilinmeyen bir animeyle başlayayım. Psikoloji/Polisiye türünde aşırı seri tükettiğimi söyleyemem ancak iyisiyle kötüsüyle bu seri gerçekten çok farklı bir yapım.

MAL'deki yorumlarına bakarsanız insanlar çıldırmış "bu seri psikolojimi bozdu, bu seri intihara sürüklüyor" diyerek.

Öyle çok kaliteli bir polisiye bekliyorsanız yanlış adrestesiniz, ancak aradığınız şey kuvvetli bir psikoloji dramıysa gerçekten beklentilerinizi karşılayabilir.

Ana kötüsü gerçekten ikonik olmaya yakın bir manipülatör. Ha çok bir yere bağlanıyor mu? Hayır. Ancak serinin amacı da zaten bir yere bağlanması değil.

Felsefeye ilginiz varsa da hoşunuza gidecek şeyler çıkabilir.

Çok bilinmedik bir stüdyonun yapmasına karşın animasyon ve müzikler(özellikle müzikler) gerçekten güzel. Çok stilize bir openingi var.

Açıkçası ben bu seri neden bu kadar geri planda kalmış anlayabiliyorum, ancak bence underrated diyebileceğimiz bir anime türün seveni için. Akarı yok kokarı yok yani.

Puan vermeyi çok sevmem ancak MAL'deki puanı düşük kaldığı için ekleyeyim. 80 çalışır. Zorlarsan 83, biraz düşüreyim dersen 79.

nhk-01.jpg


NHK ni Youkoso
Gelelim bir başka psikoloji/dram serisine.

Bu seriyi çoğunuz duymuşsunuzdur ben de namını çok duydum. Ve izledikten sonra neden çok konuşulduğunu anladım. Gerçekten iyi veya kötü özel bir yapımmış.

Eğer çok uzun süre istemsizce eve kapalı kaldıysanız(illa hikikomori olmanıza gerek yok, işsizlik, hastalık vs sebeplerden de olabilir.) seride anlatılan şeyleri gerçekten "haaa, gerçekten de böyle lan" diye özümsüyorsunuz istemsizce. Bunun yanı sıra piramit sistemini anlattıkları bölümlerde olayı neredeyse birebir anlatmışlar, izlerken gözümün önüne geldi direkt.

Başlarda Misaki'nin neden umutsuz bir hikikomoriye yardım ettiğini anlayamıyorsunuz ancak serinin sonuna gelince "haaa!" oluyorsunuz gerçekten.

Öncelikle bu seri öyle çok pozitif duygular yükleyen ya da bu durumda olanlara kurtuluş reçetesi olacak bir seri değil. Zaten anime izleyerek ya da kitap okuyarak hayatınızı düzeltemezsiniz o ayrı mesele, ancak bu bir kapu spotu şeklinde bir seri değil. Aksine gerçekten durumla ilgili gerçekleri yüzünüze vuruyor. Ters şekilde motive ediyor diyebiliriz aslında, çünkü sondaki çözüm gerçekten akla gelen tek mantıklı şey.

Serideki favori karakterim ise Yamazaki oldu. İntihar etmek için adaya gittikleri bölümler ise favori kısımlarım sanırım bizdeki adıyla piramit sistemini anlattıkları bölümlerle beraber.

Ben gerçekten beğendim seriyi.


don-t-toy-with-me-miss-nagatoro-volume-8.jpg


Ijıranaide Nagatoro-san

Çok uzatmaya gerek yok aslında, tam bir shitfest seri. 3-4 tane liseli kızın bir araya gelip bir tane utangaç dört göze türlü zorbalıklar ve tacizler yapmasını işliyor. Komedi serisi elbette, ancak gerçekten bunu sevebilmek için biraz farklı kafalara girmek lazım. Caponlar gerçekten tuhaf insanlar.

Tuhaf bir komedi anlayışı var bu serinin, ancak yine de seveni de var bayağı. Hatta Babylon'dan yüksek puan almış MAL'de. Myanimelist puanlarının neden umursanmaması gerektiğinin başka bir kanıtı daha.

Puan falan vermem ben buna, vereceksem de 30 falan olur.

Bonus:
Made in Abyss: Retsujitsu no Ougonkyou

Made in Abyss'in ikinci sezonunu da araya sıkıştırdım ve inanır mısınız hiç beğenmedim. İlk sezon + devam filmi gerçekten güzeldi. Ancak bu hiç olmamış ya.
 
En son izlediğim Animeler:

Pluto'nun Netflix uyarlamasına başladım ve bence mangaya göre açılış kısmı yani gizem oturtup, izleyiciyi suspense çekimine düşürmeleri gereken kısım çok jenerik ve sıkıcı idi. Mangayı okuyalı yıllar oldu ve hatırlamıyorum bile o yüzden mangayı okudum o yüzden sıkıcıydı gibi bir durum değil.

Animasyon temiz ve mangaya sadık çizgilerde, bence güzel bir uyarlama ancak kurgu ve dialog açısından yakalamadı pek. Yanımda seriyi ilk defa izleteceğim kişiler vardı onları da çok sarmadı. Ancak devam edeceğim. İlk Bölümü İzledim sadece ve 2 bölümün ortalarındayım.
Puanlamak için çok erken



Ayrıca Berserk'in 1997'deki ilk anime uyarlamasının ilk 9 bölümünü bitirdim. Ben old-looking animeleri çok seven biriyim. Yani arkaplanların yağlı boya tablosu olması vs beni bozmaz. Ve pastel color grading'e de hayır demem. Ancak işin "hareket ve canlılık" yani kelime anlamıyla "animasyon" kısmı felaketmiş ya. Guts'ın koltuk değnekleri ile yürüdüğü bir sekans var. South Park karakteri gibi sekiyor öyle sakat mı olur ?

Ve inanılmaz powerpoint sunumu gibi, uzun ve durgun shotlar ardı ardına geliyor vs.

1997 yılını ve dönemin diğer animelerini düşününce bu uyarlama bence bayağı kötü olmuş. Yüz mimikleri çizimleri bile yer yer absürt.

Ha milletin 2023 yılında yaptığı Vinland Saga uyarlamasına bakınca gene çok kızamıyorum 1997 deki Berserk'e ama, bu kadar epik bir eserin ilk uyarlamasının ilk 10 bölümü bu kadar zayıf olmasaydı keşke dedim. Berserk hikayesi ve evreninden bağımsız sadece animasyonu değerlendirsem 3/10 falan derdim ancak serinin getirdikleri ile beraber 6/10 falan.



Hajime No Ippo ilk 38-39 bölümü izledim ayrıca, kesinlikle hoş bir anime ancak Anime de boks hareketleri ve yaşananlar fazla "Arcade" , manga da çok gerçekçi bir boks/spor mangası değil ancak Animesi kadar arcade de değil. Mangayı, tutarsız anatomi ve perspektif/rakursi dışında animeden daha başarılı buldum. Bir de bir spor animesi için hem de boks gibi hardcore bir aksiyon spor için müzikler bence zayıf kaçmış.

Tsubasa, Slam Dunk gibi öncülere kıyasla, madhouse'dan daha iyisini beklerdim. Ama kesinlikle izlemesi keyifli, açılar, geçişler, ses aktörlüğü, aksiyonu vs hepsi cidden insanı yakalıyor. 7-7,510 u var.


--------------------------------------------

Mangalara gelince ;

Berserk'de güncele geldim.

Berserk cidden neden epik, neden ikonik, neden dokunulmaz bir itibara sahip hepsini anladım ve hepsine de bir yere kadar katılıyorum. Çıktığı yılı ve de öncülük etmenlerini göz önüne alıp bunun üzerine güzel görünen bir sanat parçası gibi görünüyor olmasını ekleyip bir de üzerine enteresan bir protagonist-antagonist ilişkisi kurup bunu da shit-mix edici bir plot-twist ile süsleyince (hatta bir kaç twist) zaten "kötü" bir şey olarak adlandırmak neredeyse imkansız oluyor.

Berserk okunsun yani. Fakat ...

Fakat; Berserk bence kabuk değiştirmiş yıllar içinde, serinin normal bir aylık serinin pacing'inden çok uzun sürmesi (1989 yılında başlayıp hala devam ettiğini düşünürsek ve orijinal yaratıcı elinden 2021'e kadar geldiğini de düşünürsek bu 380 aydan biraz üstünde ay kadar zaman geçmiş demek ancak Kentaro'nun yazdığı son sayı 364 20 küsür aylık yani 2 yılın biraz üstüne tekabül eden bir kayıp var. Bu da uzun soluklu bir işte normal. Ancak günün sonunda çok uzun süren bir iş, ve yazar zamanla değişmiş,

Yani 1989 yılında Miura sadece 23 yaşında Nitekim bence ilk arkların çok daha acımasız, çok daha edgy ve de çok daha cüretkar olması bu gençlikten de kaynaklanıyor. Misal bence Cadı'nın ormanına giderken değişiyor özellikle Yani Black Swordsman Arc ve Golden Age Arc sonrası Conviction Arc'ın son çeyreğinde bir azalma oluyor gibi sonra giderek azalıyor.

Daha az çıplaklık, daha az gore, daha çok companion banter'ları, daha çok duygusal şeyler görür oluyoruz. Aksiyon bile daha yumuşuyor denebilir.


Açıkçası bundan ötürü Berserk'i bir bütün olarak göremiyorum. Bu arada yanlış anlaşılmasın tüm sertliğine ve yer yer gereksiz cinsel içeriğe rağmen çok güçlü ve çok sürükleyici bir ark idi Golden Age, Conviction da öyle hatta en edgy arc olmasına rağmen Black Swordsman bile vasat altı bir ark değildi bence.


Ancak demek istediğim, bir yerden sonra Guts bir harem serisi baş karakterine döndü etrafına bir sürü loli topladılar vs ... Ve Griffith'in son reveal'ı sonrası (Miura'nın yazdığı son bölüm) bundan sonrası için aklından ne geçiyordu anlamak zor. Ve sonra seriyi devralan ekip en olmaması gerekeni yapıp zaten serinin bel kemiği oluşturan bir conflict'i bildiğin sadece tekrar ettiler, tüm development ve ilerlenen yol sıfırlandı bildiğin retcon oldu.


Nitekim bunlardan dolayı Berserk'e bir bütün gibi bakmakta biraz güçlük çekiyorum. Bir başka Sword & Fantasy serisi olan ve bir başka baş karakterinin intikam arayışı ile çıktığı bir seri olan Claymore mesela belki hiç bir zaman Berserk kadar katarsis yaratmıyor ya da bir karede iç karartırken bir sonrakinde içini ısıtmıyor. Bu gibi şeyler de Berserk daha ağır basıyor Claymore'a, Berserk kesinlikle duygusal yatırımı daha yüksek olan bir seri. Ancak Claymore öte yandan daha derli toplu ve daha bir bütün, kayan bir çizgi yok, resetlenen bir development yok.


O yüzden Berserk'in tüm anime/manga fandom' u içinde "biricik" olması durumunu anlıyorum ve üzerine de "+1" koyuyorum. Fakat, dokunulmaz bir eser de değil. Çünkü yazarının kafasının karışık olduğunu ve Oda/One Piece de olduğu gibi biraz "kervanı yolda düzerim" kafasında olduğu kanaatine vardım. Elbette bunu bir Oda gevşekliğinde yapıyordur demiyorum fakat ilk 3 arkın inanılmaz sıkı ve disipline biçimde takip ettiği bir doku/yol varken sonra biraz çoktan seçmeli sonu olan kitaplara dönüyor gibi... Ve Miura öldüğü için hangi sonu seçeceği malum evet röportajlarında Guts için mutlu son demiş vs ancak, Guts için mutlu son ölüm de olabilir, Guts için mutlu son Griffith ile "end in sex" de olabilir, Casca da olabilir, yeni über bir kılıç da olabilir yani kestirmek güç.

Nitekim karışık duygular içindeyim, ancak günün sonunda bir agresif olmayan Berserk fanıyım ve seriyi özel bir yerde tutuyorum diyebiliriz.

Saydığım sebeplerden dolayı puanlamam çok zor ancak illa denesem 84-89/100 (Miura kısımları elbette, sonrasına 5/10 veririm en fazla)


------------------------------------------

Hajime no Ippo mangasını okudum 126. bölümdeyim ve bir süreliğine bıraktım. Çünkü çok kendini tekrar ediyordu her dövüşün okuyucuya promote edilişi birebir aynı dokuyu takip ediyor. tek değişen bir rakip de süper aparkat var ise diğerinde süper kroşe var gibi.
Herkesin muhakkak bir "varoşların kralı" ya da "elmas olsun diye baskılanan genco" durumu var fix, değişmiyor.

Güzel seri , mizahı da çok kuvvetli, karakter kadrosu da iyi hoş. Okumaya da devam ederim, bırakmadım seriyi ancak. Esprisini yitirdi ben de. Bunun sebebi de bence baş karakterin çok çabuk çok iyi olması oldu, Slam Dunk'ın Sakuragi üzerinden sakar çaylak başlangıcı bence başarısının en büyük bir kaç sebebinden biridir.


70/100 şimdilik. Akarı kokarı yok ama zaman ayırmak içinde özel çaba sarfetmem gibisine.
 
Hajime no Ippo animesini bitirdim.

Bence final dövüşler (date vs ippo hariç) hepsi çok kötüydü. Yani her türlü dezavantajı Ippo'ya yıkıp sonra Ippo'yu galip getirme formülünün aşırı sık tekrarı ve de karakterin 2 yıl gibi bir zamanda dünya klasmanı bir boksör olması gibi şeyler inandırıcılığı çok alıp götürüyor.

Ancak duygusal olarak, aksiyon olarak, karakterler ve mizah olarak cidden kendini izlettiren tatlı bir seri. Haa mangada devamında ne olur bilemem.

Bu 76 bölümlük anime mangadaki 1 ile 270 arasındaki bölümlere tekabül ediyor. 270 de serinin tamamının 1/6'sı falan ediyor o yüzden manga için bir yorum yapamam ancak şimdilik, en iyi spor mangası olarak gösterenlere şimdilik katılmadığımı söyleyebilirim.

Vasat üstü bir anime ancak bu kadar yakın tarihte madhouse gibi bir stüdyodan çıkan animeden daha fazlasını beklerdim açıkçası. Hikayesine ise, mangada güncele gelince karar vereceğim. Şimdilik hikayesi ve karakterleri de vasatın oldukça üstü ancak elit bir seviyede de değil bence.
 
Blue_Eye_Samurai-cover.jpg


Blue Eye Samurai

Daha ilk bölümde açıklanan bazı minik spoiler'lar içermektedir yorumum onu dikkate alın.

Açıkçası beklentim düşüktü, bir başka Netflix saçmalığı diye düşündüm. Ancak beklentilerimi epey aştı. Sağda solda denildiği gibi bir başyapıt falan olduğunu düşünmüyorum ancak kesinlikle çok başarılı bir iş.

CGI ile klasik 2D el çizimi animasyon karışımı işler bazen çok iyi olabiliyorken bazen de rezalet oluyor. Ne mutlu ki bence bu seri en güzel örneklerindendi. Her kare çok net, renk geçişleri, sis, rüzgar, ışık, partiküller, kumaşlar vs gibi farklı layerların birbiri içine girişi, ahengi oldukça başarılı.

Pek çok sahneden wallpaper çıkarabilirsiniz yani öyle güzel, öyle geometrik planlar var.


Genel olarak görsellik açısından çok başarılı ha ne gördüğüm en akıcı animasyon ya da en güzel görüneni ancak oldukça dengeli, sırıtan yeri az olan bir iş.

Aksiyonu, koreografileri yer yer gerçekliğin dışına çıksa da genel olarak tatmin ediyor, fizik ve anatomik açıdan çok fazla sırıtan aksiyon sekansı yok genel olarak inandırıcı ve de gerçekçilik-fantezi dengesi iyi denilebilir.

Hikaye belki pek de özgün ya da özel değil. Ancak karakterlerin yerleştirilişi ve de premise özel ve özgün sayılabilir. Baş karakter oldukça katı ve eski kafalı (dönemi gereği haliyle öyle) bir ortamda hem mavi gözlü bir melez, hem bir gayri-meşru çocuk, hem orospu çocuğu hem de kadın.

Başta olabilecek sosyo-ekonomik ve de sosyo-kültürel dezavantajı tek karater de toplayıp sonra da ondan "tek kişilik ordu" çıkarmak belki kulağa biraz "Woke Netflix" çağrışımı yapsa da , dizi olayı bu şekilde ele almıyor. Cringe gelen bir yanı olmadı şahsen, bir kaç gerçekçilik dışı şey dışında.

Yani bu intikamcının yapabileceklerine ve de yaptıklarına inanıyorsun. Seri önkabulü çok çabuk kurabiliyor üzerinde çünkü iğreti ya da cringe bir yaklaşımı yok. Ayrıca diğer "erkek işini yapması gereken kadın ana karakter" troplarındaki gibi çok kaslı, çok havalı, çok akıllı, çok güzel, çok şanslı falan değil baş karakter. Kadın vücudunun ve döneminin antrenman ve beslenme koşullarının el verdiği kadar bir vücudu var. Uzun boylu, zayıf ve diğer kadınlara oranla daha kaslı bir kadının nasıl bir bedeni varsa öyle bir bedeni var. Kendine baktığı kadar bakımlı, genetiğinin ve yaşam şartlarının el verdiği kadar güzel. Başından geçen tecrübeler ve aldığı eğitimlerin el verdiği kadar akıllı ve o kadar duygusal. Çok sınırları taşıran bir yapısı yok. Bu açıdan sevindirici.


Hikaye basit bir intikam hikayesi olsa da premise çok ilgi çekici. Yani aslında Kill Bill'e yakın bir şey, ancak intikamı gelin değil de, karnındaki bebeğin büyüyüp aldığını düşünün aslında plotun startını veren motivasyon buna benziyor.

Ancak birden fazla karakterin hikayesi bu, karakter kadrosu ne odağı protagonistimizden çalacak kadar geniş, ne de onun oldukça düz ve bilinen plotu ile sıkılmamıza izin verecek kadar dar.


Cringe edici bir kaç karakter olsa da genel olarak karakterler başarılı. Tarihsel ve dönemsel detaylar keza yine başarılı, iyi araştırılmış ve çalışılmış.


Ancak yabancı medya da, serinin incelemelerinde çok fazla "Edo Japonyasının ne kadar ırkçı ve zalim olduğunu görüyoruz" deyip durduklarını gördüm.

1600'lü yıllarda ırkçı olmayan, her cinsiyet , ırk ve sınıftan insana eşit davranan major bir ülke vardı da benim mi haberim yok ? Neymiş" mavi ve yuvarlak gözlü diye ne kadar da itilmiş kakılmış baş karakter aah bu japonlar ne kadar da ırkçı" bunu diyen de amerikalı, ingiliz falan youtuberlar :D

Japonlar günümüzde bile ırkçı olarak bilinen bir ırk, japonlar ırkçı değil demeyeceğim elbette. Ancak 1600'lerin başlarında geçiyor hikaye. İzole bir ada ülkesi ve hemen hemen tüm komşuları kendileri gibi çekik gözlü ve benzer sayılabilir kültürel miraslardan gelen milletler.

Biraz da mavi, yuvarlak gözlü, sosyal sınıfların en altındaki sınıf kabul edilen fahişelerden birinin çocuğu olup aynı zamanda da kadın olan biri de 1600'ler Japonyasında ötekileştirilsin yani :D :D

Sanki çekik gözlü, dümdüz kara saçlı, sıska, sarı benizli bir orospudan olma kız çocuğu 1600'ler avrupasında gümüş tepsilerden yemek yermiş de bu sanki Japonya'nın ayıbıymış gibi :D


Neyse sözün özü, rotten garbage ve IMDb deki puanları hak ettiğini düşünmüyorum. Ancak, beklentilerimin çok üzerinde, çok saygın bir iş çıkmış. Gerçekçi olmayan bazı olaylar, seçilen temaların hali hazırda peeek çok kere medyumda kullanılmış olmasının verdiği "beklenildiklik" ve de görsellik olarak bu kadar iyi iken genel anlamda "Ses" olarak o kadar iyi olmaması. Buna hem ses aktörlüğü hem de müzikler dahil. Yani Japon Seiyuu'lar tarafından seslendirilse eminim çok çok daha epik olurdu. Yanlış anlamayın kastettiğim şey anime "Japonca" olmalıydı değil. Kastettiğim "uzman kadrolar" tarafından seslendirilmesi. Bİr de R-Rated yaptık bari sex de olsun diye bazı yerlerde biraz yersiz kullanımı vardı. Yani bir derinlik falan katmıyor ya da punchline etkisi vermiyordu. Bazı seksüel sahnelerde bu varken bazıları sadece "18+ netflix dizisiyiz, al biraz da cıbıllık" diye konulmuştu. Ayrıca finaldeki "Bana ihtiyacın var" kartı, genelde hikayeleri uzatmak için tembel bir karttır. O yüzden biraz mayhoş oldu final, tamamıyla kötü değil ancak mayhoş.

Tüm bunları göze aldığımda;

79-84/100 diyebilirim sanırım. Serinin devamı geriye dönük puanımı etkileyebilir.
 
images


Paranoia Agent'tan sonra ikinci kez bir Satoshi Kon yapımı izledim.

Paranoia Agent'ta yazdıklarımın aynısını yazabilirim ama bu tek bir noktaya odaklandığından daha komplike bir iş.

Film gerçekten inanılmaz derecede rahatsız edici. Psikolojik/korku türünde gerçekten söylendiği kadar var, ününü hak ediyor. Ancak benim kalemim değil. Ha, tuhaf bir çekiciliği var yalan yok. Ama çok boğucu her iki yapım da. Sakinleştirici bir tarafı da var sanat tasarımı yönünden.

En büyük direktörlerden biri olarak anılması boşa değil, evet. Ama herkese de hitap edecek yapımlar değil. Seveni çok sever, sevmeyeni de söve söve çıkabilir. Biz ortadayız diyelim.

Bu tarzda izlediğim yapımlar arasında en sevdiğim Babylon oldu. PB belli konularda ondan iyi olsa da gerçeklik ve psikoz sanrıları arasında gidip geldiğinden mindfuck yaşatıyor resmen.

80 çalışır tarzım olmasa da.

-----------------------

Onun dışında BnHA sezon 6 ve Beastars sezon 2'yi izledim BnHa genel olarak memnun ayrıldım. Beastars... ikinci sezon son sahneye kadar harika getirip son sahnede öyle bir sıçtı ki 9'dan 7'ye indirdik. Gidişat çok iyiydi ama son sahneden dolayı nefret ettim. Bir sahnede nası anası bellenir şaşırtıcı.
 
b4a0bea87c399113928d6c2dc6b5b7aeaeffe537.gif


PLUTO:

Önce Blue Eye Samurai, şimdi de Pluto, valla Netflix beni şaşırtmaya devam ediyor. Açıkçası okuduğum Urasawa mangaları arasında en zayıfı Pluto idi. Pluto'yu 20. Yüzyıl Çocukları eserinden 1-2 yıl sonra okumama rağmen Pluto ile ilgili daha az şey hatırlıyordum. O yüzden anime bana çok taze geldi.

Öncelikle animasyondaki çizimlerin Urasawa'yı çok iyi yansıtmasıyla başlayayım. Urasawa'nın renklendirdiği sayfalar bu animeye nazaran daha pastel olmuştur her zaman belki color grading tam bir eşleşme sunmuyor ancak anatomi ve yüzler mangadan fırlamış gibi bu çok güzeldi. Zira ben Urasawa'nın çizer olarak çok özgün ve underrated olduğu kanaatindeyim yazarlığı ve hikaye anlatıcılığı hep övülüyor ancak bence çok sağlam da bir çizer ve görsel vizyoner.

Elbette hikayenin ve plotun ilerleyişinde mangaya göre farklı kararlar alınmış ancak çoğunlukla esere sadık kalınmış. Sadece mangada Pluto'nun ilüetleri, etrafında estirilen hava her zaman daha korkunçdu. Burada çok vanilla kalmış.

Ama mangada yaşadığım sorunu burada da yaşadım. Biliyorum bu Urasawa'nın şahsi projesinden ziyade Astro Boy efsanesinin yaratıcısı, manganın önderi Tezuma'ya bir saygı duruşu, Astro Boy'daki bir hikaye arkının daha olgun ve gerçekçi bir yorumu o yüzden çok fazla şey ekleyip çıkaramaz ancak ne olursa olsun mangada da bitince "eeeh tamam o zaman" diye bitirmiştim. Animede de bu oldu. Yani tüm o polisiye, suspense, dünya ve ülkeler tarihine (yakın tarihi) ciddi göndermeler, etik ve ahlak felsefesine dair sorgulamalar içeren kısımlar vs hepsini çıkarıp sadece plot, sadece hikaye olarak bakınca cidden çok soluk ve silik.

20. Yüzyıl Çocuklarında da final olayını becerememiş ve 21. Yüzyıl Çocukları ile epey sorgulanabilir, nispeten hatalı denebilecek bir tercih ile seriyi sonlandırmıştı.

Monster ve Billy Bat'i henüz okumadım. Ancak Urasawa ben de hep harika bir first act ve mid-section yazarı ancak climactic sonu biraz savsaklayan biri olarak geliyor.

Yine de mangaya verdiğim not ve övgü, anime için de geçerli diyebiliriz.
 

Sailor Moon Crystal Sezon 1 : Dark Kingdom Arc​


Sailor Moon Crystal, Naoko Takeuchi’nin mangasını birebir, her bir manga bölümü bir anime bölümüne gelecek şekilde, kapsıyor. Dark Kingdom arcı diğer sezonlara göre daha zayıf olsa da pacing, duygular ve romantizm açısından güçlü bir eserin birebir başka bir medyaya aktarılmış halinin, bu noktalardan zayıflığı bence her medyanın farklı bir ruhu ve kuralları olduğunu göz önüne seriyor. Manganın bir panelindeki bir yüz ifadesi ve yanında yazan uzun bir iç sesin, bir insan tarafından okunurken olan akışı ile bu panelin animedeki halinin akışı birbirinden çok farklı oluyor. Karakterin yüz ifadesi bize belli bir duygu ve bir sonraki panele yönelik bağlam verirken, karakterin iç sesini hızlı bir şekilde okuyabiliyoruz. Ancak animede, karakterin iç sesi daha yavaş bir şekilde konuşurken, aynı zamanda tek bir yüz ifadesinin ekranda 30 saniye boyunca asılı kalmaması için anime edilmesi gerekiyor; manga, inançlarımızı askıya alışımız ile büyüsel bir destansılık ve romantikliğin birleştiği sınır noktasında iken, animedeki bu tarz sahneler bu dengenin bozulmasına sebep oluyor. Aynı zamanda mangada gözlerimizi alması için çizilmiş, bölümün ve arcın doruk noktası olan panellerin beynimizde yer alma zamanı ile animede belli bir zaman akışında yer alma zamanı uyuşmayabiliyor; böyle durumlarda bu sahnelerin duygusal doruğunu destekleyecek tercihlerde bulunmak gerekiyor ama bunlar da yine serinin büyüsel dengesini bozabiliyor veya orijinal materyalde Crystal’in yapmaya yeltenmediği bazı değişiklikler gerektiriyor.

Birebir adaptasyonunun her zaman orijinal eserin ruhunu yansıtmadığını aslında Alan Moore’un The Watchman’inde görmüştük. Bu açıdan, bu özellik sırf Sailor Moon Crystal’a özgün bir şey değil ama Crystal’de buna yol açan şeylerden bir kaç tanesi çok belli; müzik, animasyon, çizim stili ve bunların zaman dışılığı.

Sailor Moon’un ruhunun çok büyük bir parçası Naoko Takeuchi’nin ve daha sonra Ikuhara gibi anime direktörlerinin kendi hayat deneyimlerini seriye koymaları. Serideki bu estetik anlayışı, moda stili, müzik tarzı ve genel olarak bu hayat deneyimlerinin toplamı belli bir zaman dönemine özgü. Peki animeden bu müzikleri çıkarıp daha zamansız metal-pop-orkestral parçalar ile değiştirdiğimizde, zamanının çizim tarzını daha modern bir tarz ile değiştirdiğimizde, 3 boyutlu dönüşüm animasyonları eklediğimizde ve genel olarak seriyi zamanının ürünü yapan şeyleri çıkarıp hem retro hem de zamansız şeyler eklediğimizde ne elde ederiz? Crystal’in sahip olduğu ruhsuzluğu.

Orijinal serinin açılış müziği çaldığında bize verdiği o nostalji sadece 90’ların en ikonik açılış müziklerinden biri olmasından kaynaklanmıyor, müzik tarzının ve Sailor Moon’un geldiği kültürün doruk noktası olmasının da büyük bir etkisi bulunuyor. Moonlight Densetsu; Kayakyoku’yla, ardından Funk ve Jazz gibi sesleri birleştiren City Pop’la, Idol Kayo ve Techno Kayo ile gelmiş ve 90’larda yerini J-Pop’a bırakacak bu kültürle iç içe geçmiş durumda. Böylece daha seri başlamadan kendimizi, Naoko Takeuchi’nin kafasındaki o erken 90’lar Japonya ruhu ile çevrelenirken buluyoruz. Crystal ise Momoiro Clover Z isimli bir J-Pop grubunun söylediği Moon Pride isimli bir parça ile açılıyor. Bu parçada kısa bir klasik J-Pop vokal kısmından sonra bizi senfonik power metal riffi karşılıyor. 2010’larda popülerleşmeye başlayan bu birleşim, içinde bulunduğu kültürden çıkarılmış ve ticarileşme aşamasında tüm özgün yanları yok olmuş. Gidip böyle bir parçayı alıp, alakasız kültürden çıkmış bir animeye koymak çok absürt kaçıyor, ahenksizliği daha anime başlamadan izleyiciyi etkiliyor. Açılış ile seri arasındaki ahenksizlik, OST’lerde de devam ediyor. Seri kendini betimlemeye yardımcı olacak tarzda müzikler ile belli duyguları yansıtmak yerine, her animede kullanılabilecek jeneriklikte bir OST kullanıyor. Heart Moving, Ai No Senshi vb. parçaların melankolik ılıklığı yerini klasik savaş müziklerine bırakıyor; Sadness #1 veya Memories gibi zamanı yansıtıp karakterler ile uyuşan duygusal müzikler, hangi seriden çıktığını 2 güne unutacağınız orkestral parçalar ile yer değiştiriyor.

Konu, müzikten, çizim tarzı ve animasyon stiline geldiğinde de maalesef benzer bir hava hakim. Sailor Moon’un mangası kendinden önce gelmiş Shoujo mangalarından etkilenirken, kendisinden sonra gelen tüm Shoujo mangalarını da etkiliyor. Bu etkiler hikaye ve karakterler açısından olduğu kadar çizim ve moda açısından da geçerli. Crystal, mangayı birebir aldığı için moda açısından değişen bir şey olmasa da manga ve özellikle orijinal anime serisine kıyasla farklı bir çizim tarzı içermekte. Crystal’in çizim tarzında orijinal eserin etkileri çok belirgin bir şekilde gözüküyor ancak 90’larda anakronistik kaçacak öğeler de içeriyor. Herhangi bir modern bir eseri, Crystal’i ve orijinal mangayı yan yana koyduğunda Crystal garip bir pozisyonda kalıyor. Retro olmasına rağmen iyi bir retro gibi durmuyor. Çizimlerin bu garip yanını ise renklendirme takip ediyor. Benim için ilk Sailor Moon animesindeki renklerin verdiği hissiyatı yakalayabilen ve o ruhu yansıtabilen başka hiç bir eser bulunmamakta. Crystal bu konuda, orijinal animeye benzemeye çalışmıyor bile. Çoğunluğunda içerdiği renk paleti çok sıradan, 90’ların hissiyatını vermekten çok uzakta. Ancak bu noktada dediğim her şeyin aksi biçimde olan iki öğe var. İlki serinin reklam arası kartları. Reklam öncesi kart akla gelebilecek en tatlı toz mavi tonda arka planla; toz renklere sahip gezegenler, ay ve ideal bir dünya resmi eşliğinde Usagi’yi resmediyor. Bu Usagi’nin yüzü ve vücudu çizilmemiş ancak üzerinde Sailor Senshi kıyafetleri toz pembe, beyaz ve tatmin edici bir mavi tonlarında duruyor. Estetik olarak insanı ilk anime adaptasyonu günlerine götürüyor. Reklam sonrası kartında ise yine yüzleri ve vücutları çizilmemiş Sailor Moon ile Tuxedo Mask, ay üzerinde ve Dünya’ya karşı resmediliyor. Ay kalesinin sütunu ve Tuxedo Mask’ın kıyafetleri kurşun kalem ile gölgelendirilip, renklendirilmiş gibi duruyor. İkincisi ise değişim animasyonlarının sonunda Sailor Senshi’nin arkasında durduğu arka plan kartları. Her karakter kendine özgün bir arka plan kartına sahip ama seride en fazla gördüğümüz, Sailor Moon’un kartını betimlemek gerekirse; pastel mavinin, beyazın, biraz sarının ve morun iç içe geçtiği arka planının önünde, beyaz ile mavinin karışımı bir ay ve onun da önünde Sailor Moon. Kartın alt kısmına ise yine pastel tonlarında çizilmiş ancak opaklaştırılmış güller hakim. Hem Sailor Moon’un hem de diğer Sailor Senshi’lerin arka planı 90’ların ve orijinal serinin ruhunu yansıtma konusunda başarılı.​
Ancak aşağı yukarı bir dakika süren bu dönüşüm sekansını sarıp baştan alalım. En sondaki ekran kartını ne kadar övdüysem, sekansın kendisini bir o kadar da yermem gerekiyor. Dönüşüm sahneleri üç boyuttan/CGI’dan yararlanıyor. Animede CGI, Sailor Moon’un dışında da insanların sevmediği bir şey; artık insanların kendi fikirlerini kendi oluşturduğu bir şey yerine, öğrenilmiş nefrete dönüşmüş bir olay. Bence bir çok eser 3 boyutlu animasyonları çok kötü bir şekilde ve kendi zararına kullanıyorken, Ghost In The Shell: Innocence gibi bazı eserler onlara sunulan bu aracı iyi bir şekilde kullanıp, yapıtlarını daha yüksek bir boyuta çıkarıyor. Sailor Moon ise maalesef ilk kategoriye giriyor. Dönüşüm sekansındaki kamera hareketleri göz önüne alındığında, 3 boyutlu bir sahne ilk başta kulağa ilginç olabilirmiş gibi geliyor ancak karakterlerin 3 boyutlu modelleri bahsettiğim estetik ve ruh anlayışı ile büyük ve çirkin bir kontrast oluşturuyor. Usagi’nin ve diğer karakterlerin üç boyutlu modelleri sanki onları 90’ların romantik ve umut dolu shoujolarından çıkarıp Honkai veya Genshin gibi 3 boyutlu anime-telefon oyunları evrenine sokuyor. Hali hazırda köklerinden uzaklaşmış ve zamansız bir müphemliğe giren seride, kısa sürede yıllanan ve kötü durmaya başaran bu modernlik örneği, serinin kendine olan yabancılığını ve ahenksizliğini ayrı bir seviyeye taşıyor.

Sailor Moon Crystal’in, hikaye olarak Naoko Takeuchi’nin orijinal vizyonunu izlemesi ve adapte ettiği bölümlerin en azından 50 sayfa olduğundan modern One Piece-vari bir yavaşlığa düşmemesi, seriye belli bir taban veriyor. Hakkında bu kadar negatif konuşmama rağmen serinin kendisi, başka seriler ile kıyasladığımda “kötü” değil. Ancak serinin, orijinal eser üzerine hiç bir şey eklemeyip, sadece ondan götürüyor olması, insanlara bu seriyi önermemi veya seri hakkında olumlu bir yorum yapmamı engelliyor. Ayrıca eski eserlerin, modern adaptasyonları konusunda çok daha büyük sorular uyandırıyor.

Not: Yazı çok yer kaplamasın diye resim ve videoları sildim, ayrıca karakter limiti yüzünden giriş kısmını da silmek zorunda kaldım. Onlara buradan ulaşabilirsiniz.​
 
Sailor Moon Crystal Sezon 2 : Black Moon Arc

Sailor Moon Crystal'in ilk sezonu manganın iki arcını kapsayacak bir şekilde, 26 bölüm olarak, yapılmış. 2-3 hafta önce ilk arcı izledikten sonra buraya neredeyse tamamen negatif olan düşüncelerimi yazmıştım. Ardından animenin geri kalan kısmını yani Black Moon Arc'ı izledim.

Sailor Moon'da ikinci arcı, ilk arca göre daha sevdiğimi ve daha ilginç bulduğumu hatırlıyordum ama aralarında animedeki kadar fark olduğunu hatırlamıyordum. İlk sezonun yapısı ve hikayesi çok basitken ikinci sezon yer yer karanlık sahnelere sahip ve tabu denilebilecek şeylerle oynuyor. Özellikle Prens Demande üzerinden incelenebilecek bazı ilginç noktalara sahip.

Animenin ikinci sezonunda animenin kendisi açısından da düzelmeler var. Özellikle dünyada geçen kısmında, renk kullanımı modernliğini korurken estetik anlayışı, serinin ruhuna daha yakınlaşıyor; orijinal seridekiler ile aynı olmayan ama benzer hissiyat uyandıran toz ve pastel tonlar hakim. Ayrıca bu sahnelerin bir çoğunu ilk defa animasyonda görmenin getirdiği bir şey olacak ki ekrana aktarımı çok garipsemiyorsun. Sezonun ikinci kısmının 90'lardaki Azubu-Juban dışında geçmesinin getirdiği bir artı da serinin modernizasyonu ile kendisi çakışmıyor.

İlk kısma göre elle tutulabilir bir düzelme var ancak seriyi başkalarına önermemi sağlatacak kadar değil.

Sailor Moon Crystal Sezon 3 : Infinity Arc

Seriyi başkalarına önermemi sağlatacak sezon işte bu. İnsanlar benim yaptığım eleştirileri zamanında yapmış olacak ki tüm bastığım noktalar düzeltilmiş ve kalite gözle görülür bir şekilde yükselmiş.

Serinin openingini ve serinin üstündeki etkisini eleştirmiştim. -> Rastgele bir J-Pop grubunun yaptığı senfonik-pop-metal mixi yerine Yakushimaru Etsuko'nun bir şarkısını seçmişler. En sevdiğim Etsuko şarkısı dersem yalan olur ama Sailor Moon'un geldiği kültürün geleceğinden çıkmış olması ve Etsuko'nun vokal ve müzik stilinin seri ile uyuşması düşünüldüğünde çok iyi bir seçim. Tabii şarkı bir Nornir veya Hi-Fi Anatomia kalitesinde olmasa da ilk openingden çok daha iyi.

Dönüşüm sahnelerini eleştirmiştim -> Kamera hareketlerini aynı tutup, 3 boyutlu modelleri kaldırarak hem modern animasyon kalitesini vermişler hem de uncanny valley etkisinden kurtulmuşlar. Ayrıca animasyon dışında çizim ve renkler de daha iyi.

Genel estetik algısını eleştirmiştim -> Renkler serinin ruhunu yansıtmıyor demiştim. Üçüncü sezon, ikinci sezonun dünyada geçen kısımları için övdüğüm "modern ama aynı ruhu yansıtan" renk paletini almış, daha da geliştirmiş ve onu kullanmaya devam etmiş. Çizimlerdeki gariplik giderilmiş; modern eserler ile eski seri yan yana durduruğunda çok garip duruyor, kötü anlamda bir zamandan kopmuşluk var demiştim, o yok. Artık iyi anlamda kökenine sağdık kalan bir modernizasyon var. Ayrıca bundan bağımsız olarak animasyon kalitesi, ilk sezona kıyasla çok daha iyi.

Seriye ruhunu geri vermişler. Medyum farklılığından olan sahne içi ve bölüm geneli pacing/akış sorunlarını da kontrol altına almışlar. Nerelere ne kadar baskı yapacaklarını, nerelerini daha uzun gösterip, nerelerini daha kısa göstereceklerini çözmüşler. Bence her Sailor Moon hayranının izlemesi gereken bir sezon olmuş.
 
En son Monsters: 103 Mercies Dragon Damnation tek bölümlük animeyi izledim.
One Piece'deki Ryuuma'nın gençliğinde kestiği ejderle ilgili olayı anlatıyor. Meh dedim. (Monsters one shot mangasından yaptılar animeyi)
 
Gunnm'ı bitirdim. Sonu saçmaydı... Zalem ağaca dönüşüyor... HÖ, ne, nasıl, yok artık tepkilerini verdikten sonra 10 üzerinden 5 verdim, MAL'da ama Matrix'e esin kaynağı olduğunu gördüğüm bir kısım vardı son bölümlerde, bunu görmem mangaya biraz kanımın kaynamasına neden oldu çünkü Matrix'i severim, 1. Film muhteşemdi, gerisi de o kadar iyi olmasada gene izleniyordu. Alita'nın filmini de beğenmiştim, ama manga çok farklı, ilerledikçe de gittikçe filmle hiçbir alakası kalmıyor neredeyse, film çok daha başka bir yere gidiyordu çünkü eğer devamı gelseydi. Manga sırf aksiyon ya, resmen kanlı ve çok eser miktarda çıplaklık içeren bir battle shonen okudum, buna seinen diyemem. Derinmiş gibi gözükmek için, kimi edebiyat eserlerinden, felsefi eserlerden örnekler veriyor, sonra çoğu kurgusal olan bir sürü bilimsel bilgi veriyor, ama manganın konusuna baktığında ortada aslında ahım şahım, derin bir şey yok.

Gally için, insani benliği ile makine olan vücudu arasında bir çatışma yaratmak istemiş gibi biraz mangaka, ama bu çok cılız, çok az üstünden yüzeysel olarak şöyle bir geçiliyor, o yüzden bir şey ifade etmiyor. Sonra daha bir sürü aklıma yatmaya şey var, mesela karakterlerin kişilikleri tutarsızlık gösteriyor, bir bakıyorsun iyi bir kız dediğin karakter bir anda son derece acımasızca insan hayatını hiç umursamıyor yada tam bir psikopat canavar dediğin Desty Nova gibi bir karakter bir anda yoğun duygular içinde sevgi ve huzur içinde yaşayabilmeyi istediğini gösteriyor... Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu. HA HA Sonra Zalem'in, Zalem sakinlerinin öğrendiğinde büyük bir şok ve travma yaşayıp, bunun üstesinden gelemeyip intihar ettikleri o büyük sırrını öğrendiğinde, bumu yani diyorsun... Ortada öyle büyük bir travma yaşatıp intahara sürükleyecek bir şey yok.
 
The Greatest Estate Developer (Deli Mühendis adıyla biliniyor)142-147
Çok sayko bir ana karaktere sahip manhwa. Kafa dağıtmak için birebir.
 
images

The Fable
Önceden Sakamoto Days okumaya çalışmıştım ama sarmadığı için devamını getirememiştim. Konuları benzer diye buna bakayım dedim. 240 bölümün bi 5 10 bölümü sıkıcı. Onun haricinde akıp gitti. Uzun zamandır da manga okumuyordum. Kafa dağıtmak için güzel bi seri tavsiye ederim.

Konusu:
The Fable diye bilinen bir organizasyonun en yetenekli suikastçisi, 1 yıllığına normal bir hayat yaşama görevi alıyor.
 
Geçenlerde Alita'ya başlamadan önce Death Note'un mangasını bitirmiştim. Death Note'u okumak çok keyifliydi! Ben artık bu yaşta bir shonen'de fiziksel kavgaların, savaşların yarattığı heyecana, bu tür zihinlerin mücadelesi ile yaratılan heyecanı tercih ederim. Light, Ryuzaki, Near ve Mello'nun zihinlerinde kurup uyguladığı karmaşık planları okumak çok eğlenceliydi.

Ama “eh bu kadarı da fazla” dediğim yerler oldu. Bu yüzden Death Note benden 10 tam puan alamadı. Light ve Ryuzaki'nin teniste şampiyon olması çok fazlaydı. Zihinsel olarak dahi olmak ve aynı zamanda dahi birer atlet olmak çok fazla ve mangada bir noktada Ryuzaki'nin Lİght'e söylediği, helikopteri kendi başıma uçurmayı öğrendim, sen de benimle aynı seviyedesin, sen de bunu yapabilirsin demesi, bu cidden çok fazlaydı... Ryuzaki zihinsel olarak bir dahi, dahi bir atlet ve aynı zamanda bir pilot... Helikopter uçurmayı da kendi başına öğrenmiş... HA HA Bu iş çığırından çıkmaya başladı. Bir insan kendi başına helikopter uçurmayı nasıl öğrenebilir ? Kendi başınıa öğrenmek, deneme ve yanılma ile olur ve bir helikopteri kullandığında, ilk hatanda çakılır ve ölürsün. Hata yapma şansın yok... HA HA Yani hiçbir şeyi kendi başınıza uçurmayı öğrenemezsiniz, bu çok saçmaydı.

Ama ve bu büyük bir AMA, kusurlarına rağmen genel olarak okuması çok keyifliydi Death Note'u. Şiddetle tavsiye ederim!
 
Son düzenleme:
815xJbtOVfL._AC_UF1000,1000_QL80_.jpg


Monster

Yıllardır temiz scan bulamadığım için ertelediğim bir mangaydı. En sonunda elle tutulur, düzgün bir versiyonunu bulunca başladım.

Seri hakkında "ağır" eleştirileri duymuştum ancak temposu gayet yerindeydi. Tabii manga için konuşuyorum, animenin boğuk ve ağır temposunu ben de fark etim.

Seride çok yoğun siyasi meselelere giriliyor, hatta öyle ki Almanya'daki göçmen Türklere yapılan sağcı aksiyonlardan dahi bahsediyor.

Çok sevilesi yan ve ana karakterlere sahip gerçekten bunu da vurgulamak lazım. Özellikle Dieter(Futbolcu çocuk.) favori karakterim oldu. İnanılmaz tatlı bir velet. Geleceğin Ronaldo'su olacak ınshallah. Eva karakterinin de çok iyi yazıldığını düşünüyorum. Kadının tüm deliliği, çaresizliği, pişmanlığı aşkı, aşkına karşılık bulamayınca yaptıkları ve bitmek bilmeyen arayışı. Hepsi çok iyi aktarıldı.

Grimmer babayı da unutmamak lazım. Çok samimi ve sevilesi bir karakter.

Ve tabii ki serinin ana villain'ı Johan. Gerçekten çok ikonik bir manipülatör. Ancak sonuyla ilgili aynı şeyleri söyleyemem.

Ana karakter, Doktor Tenma yine çok iyi.

Çizimleri yine çok beğendim. Atmosfer hem çok sert, hem çok sıcak. Güzel harmanlanmış.

Yine her Naoki mangasında olduğu gibi serinin en vurucu noktası draması yani duygusal ağırlığı. Mangaka'nın çok hoşuma giden bir ahlâk anlayışı var. Zaten sever sayardım ama bu seri gerçekten ustalık eseriymiş. Tüm mangaları birbirine çok benziyor sistematik olarak ama bu gerçekten formülün zirvesi, en iyi hali olmuş. Final sayısının son sayfasına kadar tabii ki ne yazık ki son sayfayı beğenmedim.

Serinin finali(son birkaç sayfa) hariç bir şikayetim yok. Masterpiece diyebilirim. Puan kırarsam ancak oradan kırarım gibi.

image


Tomo chan wa Onnanoko

Çerezlik, hoş, tatlı, sıcak bir romantik komedi animesi. Tek sorunu mangası biraz uzun ve animesi biraz kısa bayağı bir bölüm atlamışlar. Yine de animesi gayet iyi.

Hikâye kısaca, erkek fatma(Tomboy) olan Aizawa Tomo'nun, aşık olduğu, çocukluktan beri en iyi arkadaşı olan Jun'a kendini bir "kız" olarak kabul ettirmeye çalışması.

Karakterler genel olarak çok tatlı ve hoş. Özellikle Tomo'nun kankaları. Jun biraz öküz ama onu da idare ettik.

Yani akarı yok kokarı yok çerezlik izlenir okunur. 7/10.

d4e567c47d291a4d61776bb12bb7549193f340f9575c5ab25b6572f1ca880936.jpg


Noragami

Geçenlerde izlediğim bir başka anime. Açıkçası kafam biraz karışık bu seriyle ilgili. Çünkü gerçekten sıcak, ana karakter kadrosu sevilesi, karakter gelişimleri güzel bir seri. Ancak lore'u o kadar bayık ki. Tanrı konsepti kulağa hoş gelen bir şey normalde burada hiç kotaramamışlar gibi hisettim. Yani kötü değil sarıyor, animasyonlar da zaten keza iyi. Ama yer yer bunalttı.

Bu da yine çerezlik, kısa, izlenebilir bir seri. Ana karakterinin Gin-chan'dan esinlendiği çok bariz, oradan bir +'mızı aldı diyelim.
 
uzumaki-1-kapak.jpg


Uzumaki

Uzun seriler arasına sıkıştıracak kısa bir şeyler aradığım için seçmiştim aslında bu mangayı. Kısa olmasına kısa, 20 sayı, her bir sayısı ise 35 sayfadan oluşan bir manga.

İşin çizim(art dedikleri) yönünden inanılmaz hoşuma gitti. Korkudan ziyade ise bence çaresizlik ön plandaydı bu seride.

Çok fazla korku mangası okumadığımdan bazı yerlerde çok ürpertip iğrendirdi.

İnsanların sümüklü böceğe dönüşüp sonra o dönüşenleri kızartıp yediği sahneler... İnanılmaz rahatsız etti. Art yönü bu sebepten çok daha güçlü.

Ancak inanılmaz yoruyor insanı okurken ve çok boğucu. Hani kısa diye başladım ama bunu okuyacağıma 200 sayılık daha hafif bir şey okusaymışım daha az kafam yorulurmuş. Dilinin biraz ağır olması da etkili sanırım.

Daha önce pek korku mangası okumadım ancak Perfect Blue, Paranoia Agent gibi seriler var buna benzer baktığım. Belli yönlerden bu ikisinden daha rahatsız edici, belli yönlerden daha hafif.

70/100 diyelim.

1200x675mf.jpg


Dororo(2019)

Seri hakkında kulağıma çalınan şeylerle serinin kendisi beklediğimden çok daha farklıydı.

Seri çok yoğun bir savaş/samuray/bushido kültürü eleştirisi içeriyor. Neredeyse her bölümde samurayların sebep olduğu yıkım ve sefaleti görüyoruz. Ana konusu bu olmasa da önemli noktalarından biri bu.

Mitoloji ve gerçekçiliği güzel harmanlayan ve janrasından beklenmeyecek sertlikte bir seri.

Tabii ben mangasını okumadım veya 20yy'da çıkan animesini izlemedim ama Mappa yapımı 2019 animesi gayet hoştu.

Animasyonlar ve müzikler gayet güzel. Hani Mappa'nın diğer serilerine göre daha mütevazi ancak yine de iyi gayet. Ending 2 müzikler arasında favorim. Keza Opening 1 de çok güzel.

Finali öyle inanılmaz iyi değil ancak anlaşılabilir, sadece biraz hızlı gelişiyor. 2 bölüm daha olabilirmiş gibi.

Ana karakterler çok iyi. Ana karakterin etrafında dönen birkaç ahlâki ikilem var. Bu konuyu da güzel bağladıklarını düşünüyorum. Dororo ise inanılmaz tatlı bir çocuk, seslendirmenini çok beğendim.

80/100.
 
Uzun zamandır Rurouni Kenshin'e başlamak istiyordum ve Battle Angel Alita'yı bitirince başladım. Bir 80 bölüm kadar falan okuduktan sonra, shonen klişelerine sarmaya başladı o yüzden sıktı biraz, bir süreliğine ara verdim ve kendime gelmek için Berserk mangasına kaldığım yerden devam etmeye başladım. Uzun yıllardır Berserk okumamıştım, cidden iyi geldi. Kenshin'de okuduğum kadarıyla kötü değildi tabi, bir ara çok iyileşti hatta, manga bütün silindirlerden ateşlendi, müthiş keyif alarak okudum. Tam bu harika bir shonen diyordum, o ark bittikten sonra klişe shonen olaylarına sardı manga... Ama ne bekledim ki yani, sonuçta Kenshin bir Shonen Jump serisi ve temelinde Battle Shonen mangası.

Arada bir de kaldığım yerden Black Butler'a (Kroshitsuji) devam ettim. Bir 10 bölüm kadar da onu okuyup güncele geldim. Asıl ondan biraz bahsetmek istiyorum. Black Butler'da ünvanını kaybeden Ciel'in sadık hizmetkarları onun adına, verilen görevlerini yerine getirmekle meşguller. Manganın son bölümleri bu hizmetkarlardan Baldo'ya odaklı olarak ilerledi, ama en son iki bölümde görevleri üzerindeki Ciel'in diğer iki sadık hizmetkarı olan Snake ve Finnian'e odaklandı. Ayrıca Snake'in geçmişindeki çok değer verdiği süpriz bir figür karşımıza çıktı, bu figür Snake'in Ciel'e olan sadakatini etkileyebilecek türden önemli bir kimse Snake için. İşler nasıl sonuç bulacak göreceğiz. Bu mangayı en çok Sebastian karakteri için okuyorum, cidden favori manga karakterlerimden biri, ne kadar manganın kendi okuduğum kadarıyla henüz favorilerim arasına giremese de, mangayı genel olarak seviyorum tabi gene, yoksa niye okuyayım, ama hiç beğemediğim mangaları bile dişimi sıkıp okuyup bitirdiğim zamanlarda olmadı değil. HA HA Sebastian'a bayılıyorum, bir Viktorya çağı gentilmeni ve Goth estetiğinin harika bir birleşimi. Zaten genel olarak mangadaki Goth estetiğe bayılıyorum. Sebastian son 20-25 bölümdür falan çok az yer aldı mangada, şu anda manga Ciel'in diğer hizmetkarlarına odaklanmış durumda, ama ileride tabi ki manga geri Ciel ve Sebastian'a odaklanmaya dönecektir. Gene de bu kadar bölüm boyunca çok az Sebastian görmek bede ''hadi hadi bu arkalar bitsin de yeniden Sebastian'a odaklanalım'' isteği uyandırdı.
 
Son düzenleme:
images


Vinland Saga


Animesini bitirdikten sonra mangayı en baştan deneyimlemek isteyerek 176. sayıya kadar geldim. Gerçekten özel bir seri. Baltic Sea War arkının Thorfinn'i sınamak için inşa edilmiş olması baya hoşuma gitti. Birden çıka gelen Hild karakteri sayesinde geçmişi ve pişmanlıkları ile yüzleşmesini, şiddete başvurmak zorunda kalmasını ve en sonunda Floki ile yüzleşerek belki de hayatındaki en büyük sınavını vermesini okumak keyifliydi. Hedefine ulaşmasının o kadar da kolay olmayacağını görmek güzel bir tat kattı. Yeni eklenen Gudrid, Sigurd, Karli, Cordelia gibi karakterlerde seriye renk katmışlar. Bu Ivar denen adamı hiç gözüm tutmadı ama hayırlısı. Vinland arkını okumak için heyecanlıyım.


images


Pluto

Animesinin Netflix'e gelmesini gördükten sonra bir çırpıda izledim ve Urasawa yine şaşırtmadı. Gayet kaliteli bir eser koymuş ortaya. İşlenen temalar, karakterler, ahlaki ikilemler beklediğim gibi olgun ve ilgi çekiciydi. Her ne kadar Astro Boy evreninde geçiyor olsa da orijinal eserin üstüne çıkmış olduğundan şüphem yok. Urasawa'nın siyasi ve felsefi konular işleyebilen bir yazar olması burada da kendisini göstermiş. Gesicht karakteri ise son zamanlarda gördüğüm en başarılı ana karakterlerden biriydi. Sonu gayet etkileyiciydi. Animenin final bölümüne pek bayılmasam da seri genel olarak oldukça tatmin edici ve derli topluydu. Animenin görsel kalitesini de oldukça iyi buldum. Geçen yılın en başarılı işlerinden biri ortaya konulmuş.
 
81-1jqVHePL._AC_UF1000,1000_QL80_.jpg


Dragon Ball (Manga)

Öncelikle yakın zamanda hayatını kaybeden Toriyama-sensei'yi anarak başlayalım.

İki ay önce başlamıştım aslında ancak ilk seriyi bitirince Z kısmını okumak için biraz ara vermiştim, araya başka şeyler girmişti. Sonunda Z kısmını da bitirdim. Z kısmının tamamını renkli versiyonundan okudum. Ancak renksiz kısımları da gayet güzeldi çizimler anlaşılır.

Seriyi ve dünya çapında yarattığı etkiden bahsetmeye gerek bile yok zaten. Sektöre etkisinden hele hiç yok.

Bu seri neden bu kadar büyük, neden dünya çapında bu kadar etki yaratmış okurken anladım diyebilirim. Masterpiece demek istemiyorum tabii ki ama insanların neden sevdiğini anlıyorum.

Çok basit işleyişi olan, düz bir seri. Yani bunu kötü anlamda söylemiyorum tarzı bu ve çok başarılı yapıyor yaptığı şeyi. Atıyorum başka bir seride olsa çok gözünüze batacak bir şey Dragon Ball'da asla batmıyor. Misal, şu an çok umursadığım bir şey değil ancak bir battle shounen olduğu için örnek vereyim... Güç dengesi denilen şey bu seride o kadar yok ki hani Fairy Tail'i falan mumla aratır. O bile daha derli toplu kalır yani o konuda. Ama dediğim gibi takiplerken hiç takılmıyorsunuz bu meseleye. Veyahut sürekli aynı döngüde olması. Sürekli birileri ölüyor ve ejder topları tarafından diriltiliyor. İki defadan sonra olmaz diyorsun mesela hop başka bir şey çıkıyor yine diriliyor ölen. Başka seride olsa ana avrat söversin misal ama bu seride insanın canını sıkmıyor bu tarz şeyler. 3 Büyük Shounen gibi felsefeye, siyasete, ahlaki ikilemlere girme derdi yok. Yani hoş onlar girdi de ne oldu sonuç ortada da neyse. Böylesi daha temiz bence.

Serinin çok hoş ve eğlenceli bir mizacı var. Karakterler çok basit ama ikonik. Vegeta atıyorum, dümdüz hödüğün teki ama okurken etkiliyor insanı. Kakarot deyişi bile başka...

Bu arada animesine biraz baktım da pek beğenmedim. Goku ve Gohan'ın seslendirmesini hiç sevmiyorum özellikle.

Aksiyonu falan da gayet hoş.

Ben sevdim seriyi, Super kısmını da animeden takiplerim galiba.

ansatsu-kyoushitsu-suikast-sinifi-tanitimi.webp


Suikast Sınıfı

Öyle çok kafa yormayacak çerezlik bir şeyler ararken izleyeyim demiştim. Seri ilerledikçe açılıyor ve karakterlerle bağ kurmaya başlıyorsunuz. Başlangıçta hepsi çok silik, herhangi adamlar. Ha, seriyi bitirdikten sonra hâlâ çoğu öyle. Atıyorum BnHa'da A Sınıfı gayet akılda kalıyor üyeleri. Bunda çoğu silik tipler. Yine de ilerledikçe aile ortamını hissediyorsunuz E Sınıfının.

Korosensei karakteri bayağı ikonik, Karma ve Nagisa da idare ediyor. Bitch-sensei ve Karasuma da hoş. Ana bina ile feud yer yer sıksa da iyi bir yere bağlanıyor bence.

Seri bence yapmak istediği şeyi iyi yapmış ve tertemiz finallemiş. Aksiyonu, mizahı falan da kötü değil. Akıcılık sorunu da pek yok. Bence izlenebilir bir seri.
MV5BNjg0YTVjNTItZTI1ZC00MDZlLTllYjQtMDY0ODMxNDdlYjY3XkEyXkFqcGc@._V1_FMjpg_UX1000_.jpg


Roshidere (Alya-san)

Son dönemin en çok izlenen animesi bu da galiba reytinglerde hep birinci. Bu herkese hitap etmez bence çünkü bayağı fanservis ve siscon-brocon mevzuları var. Rahatsız edici olabilir. Ancak izlemesi keyifli, karakterler tatlı ve sıkmıyor, yormuyor. Yuki ve Alya bayağı popüler oldu özellikle. Yuki erkek kardeşine saplantılı olan kız, Alya da yarı Rus kız. Yani tüm ergen Japon fentazilerini tek bir seride toplamak sizce mantıklı bir fikir mi? Bu sorunun cevabını arıyorsanız izleyin.
 
84OT.gif


Hellsing Ultimate

Güzel animasyonlar, ikonik ana karakter, güzel OST seçimleri, fena olmayan bir tema. Onun dışında gram merak uyandırmayan hikâye, akıcı olmayan bölümler. Yani bence sektörle alakası olan herkes bir göz atmalı ama "olmazsa olmaz, kesin bakılmalı" da demezdim. Hoşuma giden tarafları var ama dediğim gibi akıcılık hiç yok. Bölümü izlerken sıkılmıyorsunuz ama bir sonraki bölümü açma isteği de uyandırmıyor. Bu benim için çok büyük bir eksi. Ancak yine de dediğim gibi kendini izletiyor bir şekilde.

Alucard dışında bence ana kötüsü de gayet iyi. Dışardan bakarsan tombalak gözlüklü apır sapır bir tip. Ama herifi seri içinde izlerseniz gayet karizma ve etkileyici. Bence böylesi daha hoş yani.

Favori karakterim de Seras Victoria diyeyim. O olmasa seri atmosfer olarak çok bayık geçer çünkü, dengeyi iyi sağlıyor.

29ccc981263ac26decd5041ba70a8df2.png


Akame ga Kill!!

Erkek karakterlerin alayı tırt, kadın karakterlerin alayı çok iyi. Çizimler biraz kötü, aksiyon kısmı kötü. Ancak çok sıcak karakterleri var ve çok öyle vıcık vıcık sahneler olmasa da "aile" ortamını çok iyi hissettiriyor. "Öldürme" konseptini bence edgy bir hale getirdiği de yok.

Animesini tercih etmedim bir noktadan sonra mangadan koptuğu için, zaten 2014'te güncel takiplerken de bu sebeple bırakmıştım. Yıllar sonra mangasını okudum.

Chelsea özellikle çok iyi bir karakter. Ekran süresi inanılmaz az ama kişiliği/dizaynı hal ve hareketleri çok etkiliyor.

Diğer shounenlere nazaran romantizme de epey yer vermiş.

Bence çerezlik, kafa yormadan okunabilecek fena olmayan bir shounen. Masterpiece değil, ancak okunmaz/çöp de değil. Animesini sevmiştim mangasını da sevdim.
 
1000006604.jpg
Animenin 60. bölümlerindeyim.Genel olarak oldukça sevdiğimi söyleyebilirim.Zaten genel olarak MMA ve Boks başta olmak üzere dövüs sporlarını severek takip eden biri olarak söyleyebilirim ki, Boks açışından oldukça tatmin edici bir yapım.Makunoichi İppo hariç tabi.Bana göre her şeyin mükemmel olabileceği bir seriyi, "gerçekci olmayan bir shounen"e dönüştüren bir baş karakter.Keşke bu kadar ön planda olmasaydı."X kişisi vardır İppo'dan çok daha iyi bir boksördür.İppo 1-2 ay çalışır, maçta hunharca dayak yer ama bir yumruk atıp kazanır".Bu formül o kadar çok kullanılıyor ki.Bu yapabileceğim en büyük eleştiri bu sanırım.

Bunun dışında çok keyifli.İppo vs Date Eiji dövüşüne bayıldım.Eiji ayrıca harika bir karakter.Çok gerçekçi hissettiriyor bana.Onun dışında diğer yan karakterler de çok iyi.Diyalogları oldukça keyifli.Keşke onlara da daha çok odaklansa seri.Ama belki ilerde odaklanıyordur.Mangası 1000 bölümden fazla sonuçta.
 
Geri
Üst