
Ahmet Ayık’ın destanı, Anadolu’nun bağrından, Sivas’ın sarp dağlarından kopup gelen bir yiğidin, minderlerde kan ve terle yazdığı, yenilmezleri yenen bir fatih olarak adını dünya güreş tarihine altın harflerle kazıdığı bir kahramanlık efsanesidir. 31 Mart 1938’de, Sivas’ın Doğanşar ilçesine bağlı Eskiköy’de, yoksulluğun çelikleştirdiği bir ailenin altıncı evladı olarak doğar bu aslan. Babası Ömer, anası Hatice, toprağa zincirlenmiş köylülerdir; elleri nasırlı, alınları terle yoğrulmuş, gün doğumundan batımına dek tarlalarda, bağlarda, kıraç topraklarda didinen Anadolu’nun sessiz kahramanlarıdır. Karapapak Türkleri’nin soylu kanı damarlarında akar; göçebe bir geçmişten süzülen bu halkın dayanıklılığı, cesareti ve asaleti onun ruhunda birleşir, atalarının çilesi, direnci, özgürlük sevdası kanında bir ateş gibi yanar. Ahmet’in damarlarında bir başka miras daha şahlanır: Sultan Abdülaziz’in efsane pehlivanı Karaoğlan’ın torunudur o. Dedesinden miras kalan demir bilekler, onda çeliğe dönmüştü; kolları bir mengene gibi kapanır, rakiplerini kavradığında kaçış olmaz, ruhunda sönmez bir ateş, gözlerinde şahin keskinliği taşırdı. Daha bir yaşında, 1939 Erzincan depremiyle hayatı altüst olur; yer gök inler, dağlar sarsılır, taş taş üstünde kalmaz, evler birer enkaza döner, altı kardeşinden dördü kara toprağa gömülür, ailesi yıkıntılar arasında bir avuç umutla kalır. Bu felaket, küçücük yüreğine hançer gibi saplanır, ama o hançer onu kırmaz, aksine biler, ruhunu tunç gibi yapar, gözlerini ufka diker. Yıllar sonra, “Bir felaketin ruhu lime lime eden şokunu bastırmak için insan kendini bir ateşe atmalı,” diye haykırır; işte güreş, onun kalesi, dirilişi, intikamı olur, o ateşin içinde yeniden doğar. Köyünde, 9 yaşında karakucakla başlar bu destan; düğünlerin coşkusunda köylüler halaya dururken, bayramların sevincinde çocuklar koşuşurken, panayırların tozlu meydanlarında rakiplerini yere serer. Küçük bedeniyle koca adamları devirir; çelimsiz kolları, çelik bilekleriyle kapanır, rakiplerinin belini kırar, köylüler bu aslan yavrusunu dillerine dolar, “Bu oğlan bir gün dağları devirecek,” diye gürlerler, gözleri parlar, sesleri Sivas’ın yaylalarında yankılanır, yürekleri umutla, gururla dolar, analar dua eder, babalar göğüslerini kabartır.
12-13 yaşlarında İstanbul’a, ağabeyi Hüseyin’in yanına kaçar; köyün dar ufukları bu ateşli yiğide dar gelir, kanı onu büyük meydanlara, geniş arenalara, şan dolu savaşlara çağırır. Şişli Gençlik Kulübü’nde minderle tanışır; terle ıslanmış o sert zemin, onun yeni vatanı, savaş meydanı olur, her adımda toprağı titreterek yürür. Beşiktaş’ta lisansı çıkar, Fatih Güreş Kulübü’nde ilk zaferlerini kazanır; rakiplerini birer birer yere çalar, çelik bilekleriyle onları minderden siler, İstanbul’un dar sokaklarında bir efsane filizlenir, adı kulüplerde, kahvehanelerde çınlar, gençler ona özenir, ustalar ona hayran kalır. Ama babasının emriyle Sivas’a geri döner; Ömer’in sesi serttir, “Köyde kal, toprağa bak,” der, otoritesi bir kayanın ağırlığıyla iner, sözü köylü inadıyla keskindir. Ahmet’in gözleri ise ufuklara uzanır, yüreği minderlere atar, ruhu esarete isyan eder, zincirleri reddeder. Güreşten kopmaz; karakucakla yörenin pehlivanlarını dize getirir, köy meydanlarını fethedip adını dağlara kazır. Yazın kavurucu sıcağında tarlalar yanarken, güneş köylüleri kavururken, kışın dondurucu ayazında karlar erimezken, elleri üşürken, çamurda, karda, her fırsatta bilek büker; rakiplerini birer birer yere yapıştırır, çelik bilekleriyle onların direncini kırar, yörenin en korkulan yiğidi olur, adı dilden dile yayılır, Sivas’ın vadilerinde, yaylalarında, köy kahvelerinde çınlar, ihtiyarlar onu anlatır, çocuklar onun gibi olmak ister. 1956’da, babasının gölgesinde iki yıl köye mahkûm kalsa da, bu zincirler onu kırmaz, gücünü keskinleştirir, ruhunu daha da sertleştirir. Harman yerlerinde saman tozuna bulanır, köyün çamurlu alanlarında rakiplerini yere çalar, her zaferde köylüler bir şölen yaşar; çocuklar onu izler, ihtiyarlar ona dua eder, analar onunla övünür, “Bu bizim oğlan,” derler. 1961’de Adana’da Türkiye Karakucak Şampiyonası’nda başaltı güreşlerini bir fırtına gibi süpürür; rakiplerini silip atar, minderler duman olur, her maçta köylülerin “Dağları devirecek!” sözü yankılanır, altı altın madalyayla köye döner, köylüler bu fatihi omuzlarında taşır, davullar gümbürder, zurnalar zaferini haykırır, köy bayrama döner, kadınlar zılgıt çeker, çocuklar peşinden koşar, köpekler bile havlayarak ona eşlik eder. Türk güreşinin ulu çınarı Yaşar Doğu’nun gözleri ona çevrilir; çelik bileklerinde bir miras, ruhunda bir cevher görür, bu yiğidin kaderini sezer. Kayseri Tayyare Fabrikası’ndan bir ekip, Ahmet’i bulmak için Sivas’a iner; ekibin ruhu, Yaşar Doğu’nun talebesi Halit Balamir’dir. Balamir, Ahmet’in namını duymuş, motosikletle köye dalar, tozlu yollardan geçer, çamuru yararak Ömer’in karşısına dikilir: “Bu oğlan milletimizin şahikası olacak, İstiklal Marşımızı dünyaya duyuracak,” diye gürler, sesinde tutku, inanç, bir milletin umudu taşır. Ömer’in yüreği yumuşar, gözleri nemlenir, oğlunun kaderini görür, köylü inadı çözülür, Ahmet’in zincirleri çözülür. Hava Gücü Kulübü’nde lisansı çıkar, ardından Denizbank Spor, Batman Petrol Spor ve 14 yıl Ankaragücü’nde güreşir; 17 yıllık bir destana, 10 Türkiye Şampiyonluğu, 1 Adriyatik Kupası ikinciliği, 1 Akdeniz Oyunları şampiyonluğu, 1 Balkan Şampiyonluğu, 1 Uluslararası Turnuva şampiyonluğu, 2 Avrupa Şampiyonluğu, 1 Avrupa ikinciliği, 2 Dünya Şampiyonluğu, 1 Olimpiyat Şampiyonluğu, 1 Olimpiyat ikinciliği gibi zaferler sığdırır, her madalya bir milletin göğsünü kabartır. 1960’ta Milli Takım’a çağrılır; Yaşar Doğu’nun aklıyla, Celal Atik’in iradesiyle yoğrulur, minderleri titreten bir fatih olur, adı Türkiye’nin her köşesinde yankılanır.
1964 Tokyo Olimpiyatları’nda ilk olimpiyat meydanına iner Ahmet Ayık; 11-14 Ekim 1964’te, Japonya’nın Komazawa Gymnasium’unda, 97 kiloda 16 ülkeden 16 yiğit çarpışır, format zalimdir: Altı ceza puanı alan elenir; tuş 0, hakem kararıyla galibiyet 1, beraberlik 2, hakem kararıyla mağlubiyet 3, tuşla yenilgi 4 puandır. İlk turda Bulgar Said Mustafov’la karşılaşır; Mustafov, bir Deliorman Türk’ü, Koca Yusuf’un ruhundan bir parça taşıyordu belki de, Balkanların sert kurdudur, dayanıklı bir savaşçıdır, göğsü geniş, kolları kalın, gözleri kararlıdır. Maç başlar, Ayık şahin gibi iner, koltuk altından girer, Mustafov’u köşeye sıkıştırır; Mustafov göğsünü siper eder, Ayık’ın çelik bilekleri kapanır, terler akar, nefesler tutulur, altı dakika boyunca minder bir savaş alanına döner, her hamlede seyirciler nefesini tutar, skor 1-1 biter, hakemler beraberlik der, her ikisi 2’şer puan alır, seyirciler bu iki Türk’ün düellosuna şahit olur, salonda bir uğultu yükselir. Aynı turda İranlı Gholamreza Takhti, Macar Imre Vígh’i 1-0’la devirir; Takhti, 1956 Melbourne şampiyonu, ahtapot kollarıyla namlı, sakin ama ölümcül bir avcıdır, adımları sessiz, hamleleri kesin. Sovyet Aleksandr Medved, Romen Francisc Balla’yı 2 dakikada tuşlar; Medved, 190 cm’lik bir dağ, “Ayı” lakabıyla bilinir, rakibini silerken minder titrer, seyirciler hayran kalır, alkışlar salonu inletir. İkinci turda Ayık, Avustralyalı Hugh Williams’ı karşılar; Williams ilk turda Panamalı’yı yenmiş, 1 puandadır, Ayık gözlerinde ateşle dalar, kündeyle saldırır, Williams’ı 3 dakikada tuşlar, rakip yere yapışır, çelik bilekler bir kez daha konuşur, 0 puan alır, toplam 2’de kalır, seyirciler bu hızı alkışlar. Takhti, İngiliz Tony Buck’ı 2 dakikada tuşlar, minderden siler; Medved, İsveçli Lennart Eriksson’u 1-0’la geçer, minder onun gölgesinde kalır, gücünü bir kez daha kanıtlar. Üçüncü turda Ayık, Medved’le titanlar gibi çarpışır; Medved iki galibiyetle gelir, Ayık koltuk altından saldırır, köşeye sıkıştırır, Medved kaçar, Ayık bırakmaz, çelik bilekleri mengene gibi kapanır, altı dakika nefes nefese geçer, her an bir zafer ya da yenilgiyle bitebilir, 0-0 biter, beraberlik her birine 2 puan yazar, Ayık 4’e, Medved 3’e ulaşır, seyirciler bu düelloyu soluksuz izler, minder sallanır, salonda bir sessizlik, ardından bir coşku patlar. Takhti, Japon Shunichi Kawano’yu 3 dakikada tuşlar, rakibi yere çakılır; Mustafov, Williams’ı tuşlar, toz duman olur, minder bir savaş meydanına döner.
Dördüncü turda Ayık ile Takhti karşılaşır; Takhti yenilgisizdir, Ayık 4 puandadır, maç başlar, Takhti kollarını açar, Ayık’ı sarmaya çalışır, Ayık zekâsıyla kündeye girer, seyirciler ayağa kalkar, altı dakika boyunca nefesler tutulur, Ayık bir ara Takhti’yi kaldırır, yere çalmaya ramak kalır, Takhti direnir, minder bir arena olur, her hamlede salonda çığlıklar yükselir, skor 2-1 biter, Ayık kazanır, 1 puan alır, 5’e ulaşır, Takhti 4 olur, çelik bilekler bir efsaneyi dize getirir, seyirciler bu zaferi alkışlarla kutlar. Mustafov, Alman Heinz Kiehl’i 1-0’la yener, gücünü korur; Medved bay geçer, gücünü saklar, bir sonraki hamlesini bekler. Beşinci turda Ayık bay geçer, 5 puanda kalır; Medved, İsviçreli Peter Jutzeler’i 2 dakikada tuşlar, rakip pes eder; Takhti ile Mustafov berabere kalır, Takhti elenir, Mustafov ayakta kalır, turnuva kızışır. Finalde Medved, Mustafov’u 39 saniyede tuşlar, altını alır, Ayık gümüş, Mustafov bronz kazanır; Ayık altın kaçsa da yüreğine “Medved’i devireceğim!” yeminini kazır, gözleri intikamla parlar, ruhu bir sonraki savaş için bilenir. 1965 Manchester Dünya Şampiyonası’nda bu yemin gerçeğe döner; 97 kiloda Kanadalı Edward Millard’ı 3 dakikada tuşlar, rakip yere çakılır, seyirciler şaşar, Bulgar Boyan Radev’i 4 dakikada 3-0’la gömer, Macar Imre Vigh’i 5 dakikada 2-1’le alt eder, İranlı Mansour Mehdizadeh’yi 6 dakikada 3-0’la siler, her maçta çelik bilekler konuşur, minderler onun adıyla inler. Finalde Medved’le karşılaşır; Medved Polonyalı’yı tuşlamış, Japon’u ezmiştir, Ayık “Allah!” diye nara atıp dalar, kündeyle köşeye sıkıştırır, Medved direnir, ama Ayık bırakmaz, seyirciler çıldırır, altı dakikanın sonunda 1-0 kazanır, Medved bir Türk’e diz çöker—kim bilir, belki de o an Karapapak kanı, atalarının acılarından bir güçle şahlanmıştı—Ayık dünya şampiyonu olur, Türk bayrağı gökleri yırtar, en teknik güreşçi seçilir, salonda bir bayram havası eser. Medved bu yenilgiden kaçar, 100 kiloya çıkar; ikisi de kilolarında zaferler toplar, Medved yedi, Ayık beş altın madalya kazanır, ama Ayık’ın gölgesi ensesinden eksik olmaz, Medved’in rüyalarına girer.
1966’da Almanya’nın Karlsruhe şehrinde Avrupa Şampiyonası’nda Ayık, 97 kilonun fatihi olarak iner; savaş sonrası ara verilen bu şampiyona tarihe yazılır. Formunun zirvesinde Alman’ı 2 dakikada tuşlar, seyirciler şaşar, Polonyalı’yı kündeyle 3 dakikada siler, rakip pes eder, Romen’i sert bir mücadelede 3-0’la alt eder, Macar’ı 1 dakika 30 saniyede yere çakar, finale ulaşır, her zaferde minderler titrer, seyirciler onun adını haykırır. Finalde Sovyet Shota Lomidze ile karşılaşır; Lomidze serttir, Ayık göğüs çaprazına girer, ayağını fazla açar, köprüye gelir, Lomidze bastırır, Ayık tuştan kıl payı kurtulur, maç dişe diş geçer, seyirciler nefesini tutar, Lomidze kazanır, Ayık hayatında ilk kez bir rakibi hafife almanın bedelini öder, Avrupa ikincisi olur, bu yenilgi ruhunda yara açar, ama o yara küle çevirmez, bir intikam ateşi yakar, İstanbul’a dönerken gözleri parlar. 1967’de İstanbul’da bu yarayı kapatır; 97 kilonun favorisidir, Yugoslav’ı 2 dakikada tuşlar, rakip direnemez, minderden silinir, Romen’i 3-1’le yere serer, Macar’ı 2-0’la devirir, seyirciler coşar, tribünler inler. Yarı finalde Lomidze ile rövanş gelir; Ayık ayağını uzatır, Lomidze kapar, Ayık kündesini doldurur, Lomidze’yi havaya kaldırıp yere vurur, gök gürültüsü gibi bir ses çıkar, dalıp bastırır, ağır bir yenilgi tattırır, seyirciler ayakta alkışlar, salonda bir bayram havası eser. Finalde Bulgar’ı 2-0’la alt eder, Avrupa şampiyonu olur, minderler onun adıyla inler, Türk bayrağı İstanbul’da göklere çekilir.
Aynı yıl Yeni Delhi’de Dünya Şampiyonası’nda, Kasım sıcağında açık havada güreşir; Macar’ı 2 dakikada tuşlar, güneş kavururken minder yanar, Amerikalı’yı 3-0’la devirir, güçlü kolları pes eder, Bulgar’ı 2-1’le zorlar, finale yürür, her adımda seyirciler onu alkışlar. Finalde Lomidze ile karşılaşır; ilk devre puansız biter, “Şimdi puan alacağım,” der hocasına, ikinci devrede dalar, Lomidze’yi yere indirir, kontrataklarla puan toplar, son devrede sarmayı vurur, elini çenesine, dirseğini sırtına dayar, güreşi bitirir, 97 kiloda dünyanın kralı olur, Türk bayrağı Hindistan’da dalgalanır, seyirciler bu yiğidi alkışlarla uğurlar, sokaklarda onun adı yankılanır.
1968 Meksiko Olimpiyatları’nda tahtını kurar; 17-20 Ekim’de, 97 kiloda 16 yiğit mindere iner, format serttir: Tuş 0, galibiyet 1, beraberlik 2, yenilgi 3, tuşla yenilgi 4 puandır, 6 puanı aşan elenir. İlk turda Mustafov’a 0-1 yenilir, 3 puan alır, ikinci turda Kiehl çıkmaz, Ayık dinlenir, üçüncü turda Jess Lewis’le 1-1 berabere kalır, 2 puanla 5’e ulaşır, dördüncü turda Długosz’u 1-0’la yener, 1 puan alır, 4’e iner, beşinci turda Moğol’u 1 dakika 2 saniyede tuşlar, 0 puanla 4’te kalır. Finalde Csatári’yi 10 dakikada tuşlar, 0 puan alır, Lomidze ile 1-1 berabere kalır, 2 puanla 2’de kalır, altın madalyayı boynuna takar. Amerikalı ile güreşirken zorlanır, son dakikalarda Mahmut Atalay, “Türk yenildi diyeceklerine, öldü desinler,” diye kükrer, Ayık bu nara ile uyanır, rakibini koltuk altından kavrayıp bastırır, mindere gömer, finale yürür, seyirciler bu azmi alkışlarla selamlar. Medved 100 kiloda şampiyon olur; ikisi de Olimpiyat fatihi olur, İstiklal Marşı Meksika’da yankılanır, Türk milleti göğsünü kabartır.
1969’da milli takım federasyonu boykot eder; Ayık, arkadaşlarına verdiği söz için en verimli çağında üç şampiyonayı iter, yerine gidenler eli boş döner, minderler onsuz sessiz kalır. 1970’te İzmir’de Türkiye Şampiyonası’nda rakiplerini siler; Ankaralı’yı 2 dakikada tuşlar, İstanbullu’yu 3-0’la yere serer, Adanalı’yı 2-1’le alt eder, Sivaslı’yı minderden siler, “Ayık Bu Dünya Sana Layık” manşetleri atılır, seyirciler coşar, tribünler onun adıyla dolar. Mehmet Akzambak onu milli takıma çağırır, 18 gün kampın ardından 1970 Doğu Berlin Avrupa Şampiyonası’na 100 kiloda gider. Polonyalı’yı 2-0’la devirir, Romen’i 3-1’le yener, Alman’ı tuşla siler, Bulgar’ı 2-1’le alt eder, her maçta çelik bilekler konuşur, seyirciler bu güce hayran kalır.
Finalde Ayık’ı, o güne kadar tüm maçlarını tuşla kazanan Rusların yeni şampiyonu Ivan Yarigin beklemektedir. Yarigin, Rus güreşçileri dize getiren bu Türk efsanesini bitirmek için sabırsızdır. Maç başladığında ilk devre puansız sona erer ve her iki güreşçi de birer ihtar alır. İkinci devre de aynı şekilde puansız geçilir, yine birer ihtar gelir. Yaklaşık iki yıl güreşten uzak kalan Ayık’ın hâlâ ne kadar zorlu bir rakip olduğunu anlayan Yarigin, temkinli davranır ve Ayık’a yaklaşmaktan kaçınır.Bu noktada Ahmet Ayık, seyircileri şaşırtan bir hamle yapar: Ellerini beline koyar, tek ayağını yerden kaldırıp hafifçe öne uzatır ve sekerek Yarigin’e doğru ilerler. Yarigin, bu uzatılan ayağı hemen kapar ve güçlü, atletik yapısıyla Ayık’ı omzuna kadar kaldırır. Salonda herkes nefesini tutar; flaşlar patlar, bir efsanenin sonunu görmek istemeyenler elleriyle gözlerini kapatır. Tam Yarigin, Ayık’ı yere vurmak üzereyken, Ayık havada inanılmaz bir hareketle ayağını Yarigin’in bacaklarının arasına sokar ve meşhur “Ahmet Ayık Kündesi”ni atar. Dev cüsseli Yarigin, omuzları üstüne mindere yapışır, salonda büyük bir gürültü kopar.Maç ayakta yeniden başladığında Ayık, rakibine koltuk altından geçer, Yarigin’i havalandırır ve ters sarmayla yere indirir. Ardından kleyi de takarak Yarigin’i mindere adeta çiviler. Hakem son düdüğü çaldığında, Ahmet Ayık, 1970 Avrupa Şampiyonası’nda 100 kiloda şampiyonluğunu ilan eder. Bu zafer, sadece bir maç değil, bir efsanenin gücünü ve zekasını tüm dünyaya gösterdiği tarihi bir andır. Bu güreşi Ivan Yarigin'in kitabından da anlatmıştık, diğer paylaşıma bakabilirsiniz.
Ahmet Ayık, Medved, Takhti, Yarygin gibi devlerle de cenkleşir; her mücadele bir destandır, her zafer bir milletin gururu olur. 1993’te Türk Güreş Vakfı’nı kurar, 1996-2000’de Güreş Federasyonu’nu yönetir, 1998’de FILA’da yer alır, 2012’de asbaşkan olur, güreşin dünyasında Türk’ün sesi olur. 1997’de “Devlet Üstün Hizmet Madalyası”, 2003’te Moğolistan’dan “Fahri Doktora”, 2008’de TBMM Ödülü alır, her ödül bir milletin şükrüdür. Sivas’ta okullar, camiler, parklar yükseltir; heykeli Doğanşar’da abide gibi durur, köyünün gururu olur. 1957’de Fatma’yla evlenir, üç evlat babası olur; Fatma 2016’da veda eder, ama yüreğinde yaşar. Ahmet Ayık, Sivas’ın aslan oğlu, Türk sporunun dağı, minderlerin fatihi, milletin şahikasıdır; destanı gökleri inletir, adı ebediyen yaşar, Türk’ün gücünü dünyaya haykırır.